Wednesday, April 30, 2014

İstanbul Yarı Maratonu Yarış Raporu

27 Nisan tarihinde koşulacak olan İstanbul Yarı Maratonuna kaydımı aylar öncesinden yaptırmış ve Hal Higdon'ın yarı maraton hazırlık programlarından bir tanesini çok hafif modifiye edip hazırlanmaya başlamıştım. Bu ilk yarı maratonum olacaktı, haliyle çok özel bir yarıştı. Programın son birkaç haftasında ortaya çıkan hamstering sorunu haricinde bir problem yaşamadım. Sadece son hafta dinlenmem gerekirken tam tersine çok yoruldum, hatta hamstering için gittiğim fizyoterapinin son seansı yarıştan 3 gün önceydi ve çalışma resmen kardiyoya dönüp beni ciddi şekilde zorladı. Bunu ertesi gün dinlenik nabzımın artışından anladım. Normalde Cumartesi olan İstanbul uçuşumu, THY'den birkaç kere üst üste değişiklik sms'leri gelince Cuma gününe aldım. Böylece fazladan bir gün İstanbul'da dinlenme şansım olacaktı ve yorgunluğumu bir nebze olsun üzerimden atmaya çalışacaktım.
Parkur
İsanbul'a giderken aklımda tonla soru işareti vardı. Sabah eşimin kullandığı arabayla havaalanına giderken 21.1 kilometreyi hesapladık. Mesafe korkutucu görünüyordu. Antrenman programında en çok 17 km koşmuştum ve yarışla ilgili okuduğum tüm kaynaklarda yarışın, yani asıl zorluğun aslında 16. km'den sonra başladığı yazıyordu. İçimi tek rahatlatan şey, parkurun deniz seviyesinde ve yokuşsuz olmasıydı. İstanbul'da kalacağım yere bavulu bıraktıktan sonra hemen içinde numara, çip, t-shirt vs. bulunan yarış çantamı almak için startın verileceği Balat'taki eski Galata Köprüsü'ne yollandım ve Marmaray'dan korka korka geçip yarış fuar alanına ulaştım. Daha yarışa iki gün olduğu için fuar alanı oldukça sakindi. Cumartesi günü İstanbul'a gelecek olan  ve koşu virüsünü bana bulaştıran Yılmaz'ın da çantasını alacağımdan önce o işi halledip, sonra gezeyim dedim. Runtalya'da benim çantamı Yılmaz aldığından haberim yoktu ama orada da aynı sistem varmış; numara, çip ve çanta farklı yerlerde veriliyor. Yani bunları almak için ayrı ayrı masalarda sıraya girmek zorundasınız. Süper mantıksız bir iş, Cumartesi insanlar ne kadar beklediler bilemiyorum ama ben sıra olmadığından hızlıca çantaları alıp küçük fuar alanını gezmeye başladım. Adım Adım'ın destek verdiği STK'lar oradaydı ve geçenlerde bana teşekkür kartı ve hediye buff gönderen Koruncuk'u görünce hemen teşekkür etmek için stand'larına gittim. Orada biraz sohbet muhabbetten ve Outrunner'ın standında ayakkabılara sarılıp, öpüp kokladıktan sonra ilginç bir standa girdim: Ceviner. Daha önce ne duymuş ne de görmüştüm ama ürünleri hoşuma gitti ve birkaç şey aldım. Saate bakınca artık daha fazla gecikmeyip kalacağım yere giderek dört gözle beklediğim dinlenme sürecine başlamaya karar verdim. Ankara şartlarına göre ciddi uzunlukta olan dönüş yolculuğu sonrasında, fuar alanında daha fazla oyalanmama kararının ne kadar yerinde olduğunu anladım.
Numara ve çip.
Eve gelince aslında sponsorluk işinin biraz aceleye geldiğini gördüm. Çantalar Kasım ayındaki İstanbul Maratonu çantalarıydı. T-shirt'lerde ise "İstanbul Maratonu" yazıyordu fakat tarih doğruydu. Çok sorun değil aslında ama maraton-yarı maraton kavramları biraz birbirine girmiş anlaşılan. Şimdi yarış saatine kadar artık önümde üç tane iş kalıyordu. Bolca dinlenmek, delice karbonhidrat almak ve yarış stratejisini düşünmek. Uzun mesafe yarışlarına yabancıysanız "yarış stratejisi" diye bir şeyin olması size garip gelebilir ama böyle bir durum var ve hayati önemde. Runtalya'da aklımdaki stratejiyi harfiyen yerine getirmiş, tam istediğim sürede yarışı bitirmiştim. Ama orada şöyle bir durum vardı, yarış öncesinde 10 km mesafesini defalarca koşmuştum ve her km'de nasıl hissedeceğimi kolayca kestirebiliyordum. Yarı maratonda ise durum belirsizdi, risk daha fazlaydı ve başıma gelecekler konusunda hiç fikrim yoktu. Cuma gününün geri kalanını kendimi dergi ve kitaplara vererek geçirdikten sonra Cumartesi bu konuya kafa patlatmaya başladım. Gerek yarı maraton tecrübesi olan Yılmaz, gerekse sporcu diyetisyeni eşim yarıştan bir gün önce alacağım karbonhidratların ertesi gün çok işime yarayacağını söylediğinden bir yandan ayakları uzatmış yatar, bir yandan da delice yerken ve kendimi Jabba gibi hissederken aynı zamanda yarı maraton hakkında okuduğum her şeyi düşünüyordum. En önemli tavsiyelerden birisi yarışı güçlü biçimde bitirebilmek için ilk km'leri çok yavaş geçmek gerektiğiydi. Yine Runtalya'daki gibi negatif split yapmak, yani gittikçe hızlanarak yarışın ikinci yarısını daha hızlı koşmak istediğimden buna göre bir strateji şekillendirdim. Ayakkabıma çipimi takıp numaramı da kemerime iliştirdikten sonra saatimi kurup sabah Yılmaz ve Atakan ile buluşmak üzere erkenden yattım.
Start verilmesini beklerken ben, Yılmaz ve Atakan.
Sabah Çağlayan'ın lojistik desteğiyle yarış alanına ulaştık. 10K yarışının da yapılacak olması katılımı ciddi şekilde arttırmıştı, ortalık tam bir şenlik alanı gibiydi. Startın verileceği alanın hemen yanındaki park koşucularla doluydu. Biz de son hazırlıkları tamamlayarak çantaları teslim ettik ve bir süre ısındıktan sonra start alanına geçerek beklemeye başladık. Yarışın benim açımdan en zevkli kısımlarından birisi işte bu start anı. Önümde uzun ve olasılıklarla dolu bir yol varken kafamdan hem tonla şey geçiyor hem de hiçbir şey. Bu anı anlatmaya çalışmayacağım çünkü becerebileceğimi sanmıyorum. Zamanı gelmişken, zaman hedefimden bahsedeyim; Runtalya'daki 55:55'lik 10K sonucuma göre algoritmalar 02:03'lük bir derece öngörüyordu. Bu derece kağıt üzerinde mümkün olsa da ilk yarı maratonumu böyle hızlı bir sonuç almak için zorlayarak geçirmek yerine daha sakin bir yarış hayal ediyordum. Antrenmanda rahat hissettiğim tempoları ve nabız aralıklarını hesaba kattığımda 02:10-02:20 arasında bir dereceyi zorlanmadan yapabileceğimi düşünerek hedefimi -her ne kadar geniş bir aralık da olsa- bu şekilde belirlemeye karar verdim.
Yarış sadece 1-2 dakika gecikmeyle neredeyse zamanında başladı ve toplamda 2614 kişi (1249 10K, 1365 YM) koşmaya başladık. Üçümüzün de yarış stratejisi farklı olduğundan arkadaşlarla finish'de görüşmek üzere sözleştik ve halıdan geçerken saati başlattım. Start verildikten sonra start çizgisine varmam bir dakika sürmüştü. Kendi planlarım doğrultusunda yavaş koşmaya ve nabzımı kontrol altında tutmaya gayret ederken bir anda çevremden bir insan seli öne doğru depar atmaya başladı. İnsanların bu kadar hızlı başlamasına başta şaşırdım, sürekli saatime bakıp acaba normalden yavaş mı gidiyorum diye düşündüm ama hayır,  ben tam hedef hızımdaydım ve insanlar çok hızlı bir şekilde başlamıştı. Gaza gelmeyerek ve hızımı korumaya çalışarak, beni geçenleri izleyerek koşmaya devam ettim. O anda acaba kaç tanesini yarışın sonlarına doğru bitik vaziyette göreceğim diye aklımdan geçirdim. Yarışın başında 150 civarında olan nabzımı yarısına kadar 160'ın altında tutmak, ikinci yarıda da yavaş yavaş arttırarak 170'e getirmeyi planladığımdan kendimi frenleyerek 3 km sonraki dönüş noktasına kadar sakin devam ettim. Dönüşten sonra özellikle 10K koşucularının bir kısmı yürümeye başlamıştı bile. Start bölgesine geri geldikten ve 1.5 km kadar daha devam ettikten sonra 10K koşucuları dönüşlerini yaptılar, sonrasında sadece kırmızı numaralı yarı maratoncular kaldı. Bu arada parkur gerçekten çok güzeldi, Haliç manzaralı geniş ve ferah bir yolda, tarihi mekanların yanında harika bir sıcaklıkta koşuyorduk, her şey yarış için çok uygundu. Hızlanmak için yolun yarısını beklediğimden, yarışın bu kısmı kendimi dizginlemeye çalışmakla geçti.
Yarışın henüz başları. İnsanlar eğleniyor.
Tam bu sırada, start öncesi portatif tuvaletlere kısa bir ziyarette bulunmuş olsam da yarışın başından beri elimden düşürmediğim Powerade'in sıvı kısımları üzerlerine düşen en gereksiz işe koyulmuş ve bana doğanın çağrısını fısıldamaya başlamışlardı. Parkur boyunca tuvaletler olduğunu biliyordum ama ne kadar zor durumda olduğum konusunda henüz bir fikrim yoktu, ne yapacağım konusunda kararsızdım. Bu aşamada olay fiziksel boyuttan çıkıp tamamen psikolojik hale geliyor, kafanızın bir kısmı sürekli o sorunla meşgul oluyor ve bu da gayet rahatsız edici bir durum. Bu sırada önümde bir su istasyonu gördüm. Su istasyonlarından hep temkinli geçmeye çalışıyorum çünkü yerler çok ıslak oluyor ve kayıp düşme riskini azaltmak için kuru kısımlara kaçıyorum. Bu istasyon o kadar ıslaktı ki kuru yer olarak sadece kaldırım vardı ve kaldırıma çıkınca aniden portatif bir tuvaletle burun buruna geldim. Bir saniye bile düşünmeden içeri dalıp mümkün olan en kısa sürede dışarı çıktım ve az önceki tempomdan biraz daha hızlı devam ederek kaybettiğim zamanı kazanmaya çalıştm. Artık kafam en azından bu konuda rahattı. Bu arada mesafeler ilerledikçe bir hatamı farkettim. Yolun kavis yaptığı yerlerde kalabalığın arkasından devam ediyordum, halbuki kendi çizgimi belirleyerek en içerden koşmalı ve mesafeyi gereksiz uzatmamalıydım. Yarış sonunda GPS saatimde toplamda 300 metre fazla koşmuş görünmemin bir sebebi GPS teknolojisindeki ufak sorunlarsa da ciddi bir kısmı da benim bu hatamdır. Yarışın bundan sonrasını buna özellikle dikkat ederek koşmaya başladım. Etrafta halk desteği yok denecek kadar azdı, koşucuları alkışlayan kişi sayısı herhalde 10'u geçmezdi. Sadece bir yerde dünya tatlısı çingene çocuklar vardı ve her koşucuya bağırıp ellerini uzatıyorlardı. Bir de Yeşilay çadırı vardı ve orada toplamda 10-15 kişilik bir grup her koşucuya inanılmaz bir destek veriyordu. Yol boyunca böyle destek olsaydı eminim herkesin performansı olumlu etkilenirdi. Vodafone yaklaşık 5 km'de bir müzik istasyonları kurmuştu ama sadece müzik vardı, başında kimse yoktu. En eğlenceli olay ise, koşuculara destek için müzik yapan bir perküsyon ekibiydi.
Yarışın sonlarına doğru.
Yarışın başında konuştuğumuz üzere, Atakan 1:55 civarında bir derece yapacaktı, o en önden gitmişti zaten. Yılmaz nabzını sabit tutarak başta hızlı gidecek, sonlara doğru yavaşlayacak ve 2:20 civarında bitirmeye çalışacaktı. Şu durumda yarışın yarısını geçince Yılmaz'ı yakalayacağımı tahmin ediyordum fakat henüz görüş alanıma girmemişti. Yolun karşısından geçerken birbirimize şebermiştik ama anlaşılan tahmininden de hızlı gidiyordu. Yarışa gereksiz derecede hızlı başlayanlar yürümeye ve iki büklüm koşmaya başlamıştı, artık insanları geçme sırası bendeydi. 10. km'den sonra beni geçen olmadığı gibi çoğu yarışçıyı arkamda bıraktım. Okuduğum taktikler gerçekten işe yarıyor gibiydi, enerjim yerindeydi. Sadece bir bölümdeki rüzgar nabzımı arttırmıştı, su istasyonlarında bir eksik yoktu, iki kere sünger alıp serinlemek için başıma sıktım, bir kere su, iki kere Powerade, bir kere de muz aldım. Glikojen depoları açısından bir sorun yoktu, nabız iyiydi, kaslar üzerine düşeni -birazcık söylenseler de- gerektiği gibi yapıyorlardı, keyfim yerindeydi. Koşu formumu sürekli kontrol ederek düzgün tutmaya gayret ediyordum. İlk yarı maratonumu bu kadar zevkli geçireceğimi hiç düşünmemiştim. Bu arada saate bakarak zamanı, mesafeyi ve süreyi hesaplayınca 2:15'in altına inemeyeceğim de ortaya çıkmıştı. Biraz üzülür gibi olduysam da önemli olanın sakatlanmadan bitirmek olduğunu, derecemin yine de fena olmadığını düşündüm. Aslında tam da yarışın başında koyduğum hedef aralığındaydım. Tam bu sırada ilerde Yılmaz'ı gördüm, olması gerekenden de yavaşdı, hatta ben iyice yaklaşınca kenara çekilip bacağını gerdirmeye başladı. Bir sorun olduğu belliydi. Hemen yanına gittim, nasıl olduğunu, yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum. İyi olduğunu ve devam etmemi istediğini söyledi. Emin misin dedim, evet dedi. Koşmaya devam ettim, 50 metre sonra dönüp baktım "git git" diye işaret etti. Yılmaz'ın hali moralimi bozmuştu ama yapabileceğim bir şey olmadığından kendi yarışıma konsantre olmaya çalışmalıydım. Yarışın son 5 km'si geldiğinde işte o merakla beklediğim belirsizliklerle dolu alana girmiştim. Vücudumu daha dikkatli dinleyerek artık hızımı iyice arttırdım. Neredeyse 10K temposuna yakın bir hızda koşmaya başlamıştım, nabzım 170'e çıkmıştı ama zorlanma hissetmiyordum. Tek sorun daha da hızlanmayı denesem de olmuyordu. Ciddi efor harcıyordum, bana uçuyormuşum gibi geliyordu ama saate baktığımda hızım tahminimden çok aşağıdaydı. Artık kaslar zorlanmaya başlamışken parkurun gelirken geçmediğimiz bir alt geçide inip çıktığını gördüm. Ama ne iniş, ama ne çıkış! Kaç derece bilmiyorum ama inerken sakatlık olmasın diye iyice yavaşladım, çıkarken yürüyenlerin yanından koşarak geçtim ama çok ciddi bir eğimdi ve tempomu alt üst etti. Sonrasında o ani iniş ve çıkışın etkisini üzerimden atmayı başarıp son km'leri saymaya başladım. Bu arada yaya trafiği artmış, insanlar parkura girmeye başlamıştı. Hatta 1-2 kişiye elimle çekilin diye işaret etmek zorunda kaldım.
Finish'e birkaç metre kala.
Nihayet son birkaç yüz metredeydim, enerjim hala yerindeydi ve kalan tüm gücümü kullanıp mümkün olduğunca hızlandım. Finish'i görünce insanın içi kıpır kıpır oluyor, o anki mutluluk ve bir işi başarmış olmanın verdiği haz tarif edilemez. 2:16:49'da kenarda Çağlayan ya da Atakan "Bravo Muzo!" diye bağırırken finish'i geçtim. Tam istediğim haldeydim, yarış birkaç km daha olsa koşardım, belki süre biraz daha iyi olabilirdi ama zorlanmamıştım, gücüm yerindeydi, tüm yarış planım (tuvalet hariç) işe yaramış, tıkır tıkır işlemişti. Madalyamı ve hediye edilen yiyecek torbasını alıp arkadaşlarımın yanına gittim, Yılmaz'ın durumunu anlattım. Hepimiz endişeyle Yılmaz'ı beklemeye başladık. Ben o arada üzerimi değiştirip biraz gerdirme yaptım ama gözüm hep finish çizgisindeydi. Yaklaşık 10 dk sonra Yılmaz da finish'i geçince ve çok ciddi bir sorunu olmadığını öğrenince rahatladık. Sonrasında herkes birbirine yarışı, başına gelenleri anlattı durdu. Boynumda madalya, ilk yarı maratonu tam hayal ettiğim gibi yaşamanın verdiği keyifle Ankara'ya doğru yola çıktım. Ertesi gün tahminimden iyiydim, eskiden uzun koşulardan sonra 3 gün yürüyemez haldeyken, yarışdan sonraki gün hiç ağrım sızım yoktu. Tek sorun, haftalarca hazırlandığım, benim için çok önemli olan bir yarışın sona ermesinin verdiği hüzündü. Bunu da Kasım ayındaki ilk maratonumu düşünerek atlattım. Şimdi tüm yaz ayları maraton hazırlığı ile geçecek. Bu haftasonuna kadar dinlendikten sonra ufak ufak koşulara tekrar başlayacağım. Yeni maceralar olursa sizlerle paylaşırım, buraya kadar sabredip okuduysanız valla bravo, teşekkür ederim! Son olarak merak eden olursa, yarışın GPS detayları burada.

Sunday, April 13, 2014

Sakatlığın Kıyısındaki Tehlikeli Yolculuk

İstanbul Yarımaratonuna iki hafta kala antrenmanlar devam ederken, aslında aklımda daha ziyade NY maratonu ve onun hazırlık süreci vardı. Bu aralar okuduğum kitap (The Name of the Wind) biraz bunaltınca ben de o motivasyonla Marathoning for Mortals kitabını aradan çıkarayım dedim. Kitabın bir yerinde "Size söylediklerini beğenmeseniz bile vücudunuzu mutlaka dinleyin" diyordu. Ben de bu tavsiyeyi dikkate alarak, son birkaç haftadır hafiften çeken fakat çok da umursamadığım sağ hamstring'imi Dr. Savaş Kudaş'a bir göstereyim dedim. İlerde dönüp baktığımda sanıyorum bunu koşu hayatım ile ilgili verdiğim en doğru kararlardan biri olarak hatırlayacağım. Savaş o kas grubunun zorlanıp çok sertleştiğini ve her an sakatlanma riskim olduğunu, acilen tedaviye başlamamız gerektiğini söyleyerek birkaç ilaç yazdı. Sorunun temeliyse bacaklarımı güçlendirmek için ağırlık çalışmayıp sadece koşu antrenmanları yapmammış. Beni İstanbul yarışına yetiştireceğini fakat o arada uzun koşu yapmayıp bacakları dinlendirmem gerektiğini söyledi. Tam dinlenme haftasının arifesinde olduğumdan sadece bir uzun koşu kaçırdım. Umarım yeni idman programına koyacağım ağırlık çalışmaları bu tür sakatlık risklerini en aza indirecektir. Bir kitabın tek bir cümlesi bile insana ne kadar faydalı olabiliyor.

Thursday, April 3, 2014

NYC Marathon

Kasım ayında yapılacak olan New York Maratonu'na çekilişle katılım hakkı elde ettim. En büyük hayalim ilk maratonu burada koşmaktı, bu yüzden çok mutlu ve bir o kadar da heyecanlıyım. 27 Nisan'daki İstanbul Yarı Maratonu'ndan sonra bir hafta kadar dinlenip yavaş yavaş ilk maratonumun hazırlıklarına başlayacağım. Çok zor ve zevkli bir süreç olacağını sanıyorum. Büyük bir macera beni bekliyor.